Ajanda Türkiye

sia

ŞİA





Hazret-i Ali’yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kiramın kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu fırka.

Şia; Arabça’da tarafdâr, bir insanı kuvvetlendiren yardımcılar ve fırka mânâlarında kullanılır. “Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefatından sonra, müslümanların reîsi yâni halîfesi hazret-i Ali’dir. Her asırda da imâmlık (halifelik) onun çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm olamaz. Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla başa geçer” temel görüşü etrafında birleşen şia’yı kuran ve ilk olarak ortaya çıkaran Abdullah ibni Sebeadlı Yemenli bir yahûdîdir. Sinsi bir İslâm düşmanı olan İbn-i Sebe, Medîne’ye gelerek müslüman olduğunu söyledi. Hazret-i Osman’ın hilâfetinin son zamanlarına doğru Küfe ve Mısır’a gönderdiği adamlarıyla müslümanlar arasında fitne fesâd tohumlarını ekti. Bu fitneciler, hazret-i Osman’ı şehîd ettiler. Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden sonra hazret-i Ali halîfe seçildi. Hazret-i Ali zamanında da fitne ve fesâd tohumlarını ekmeğe devam eden İbn-i Sebe ve taraf darları, hazret-i Osman’ın aleyhinde bulunup kendilerini haklı gösteren sözleri her tarafa yaydılar. Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden bir kısmı ise katillerin biran önce yakalanıp cezalandırılmasını istediler. Katillerin yakalanıp cezalandırılmasını isteyen hazret-i Âişe, Talha ve Zübeyr (radıyallahü anhüm) gibi sahâbe-i kiramın ileri gelenleriyle, halîfe hazret-i Ali, fitnenin önlenmesi ve katillerin cezalandırılması için nasıl hareket edileceğini tesbit hususunda Basra’da bir araya gelmeyi kararlaştırdılar.

Bunu haber alan İbn-i Sebe ve tarafdârları buluşma saati yaklaşınca toplanıp; “Son çâremiz bu gece halîfenin askerlerine hücûm etmek ve Âişe’nin yanındakiler sözlerinde durmadı. “Baskına uğradık” demektir” dediler. O gece plân gereği, ikiye ayrılıp; bir kısmı bu işi yaparken, diğer kısmı atlarına binip karşı tarafa saldırdılar. Onlar da; “Halîfe sözünde durmadı, baskına uğradık” diye bağırdılar. Karanlıkta kimse ne olduğunu anlıyamadı. Sonunda iki taraf arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Cemel vak’ası denilen bu muharebede, iki taraftan on üç bin veya on bin kişi şehîd düştü. Bu vak’adan sonra hazret-i Ali tarafında yer alan müslümanlara tarafdârlar mânâsına Şia-i Ali denildi.

Sıffîn vak’asında ve şâir zamanlarda da fitne tohumlarını ekmeğe devam eden Abdullah ibni Sebe ve tarafdârları günden güne fazlalaştı. İbn-i Sebe ilk zamanlar; “Îsâ aleyhisselâm tekrar dünyâya gelecek, Muhammed aleyhisselâm gelmez olur mu? O da gelecek. Ali ile birlikte dünyâyı küfürden kurtaracak. Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Üç halîfe, onun hakkını elinden zorla aldılar” dedi. Daha sonra kendini Ehl-i beyt âşığı olarak tanıtıp; “Herkese hazret-i Ali’ye uymak, ona uymayanlara düşman olmak lâzımdır” dedi. Etrafına topladığı kimselere de; “Peygamberden sonra insanların en üstünü hazret-i Ali’dir. O, Peygamberin vasîsi, kardeşi, damadıdır” dedi. Sözlerine inandırmak için de âyet-i kerîmelere yanlış mânâlar vererek ve hadîs uydurarak câhilleri kandırdı. Bu sözlerine inananlara da; “Peygamber kendinden sonra hazret-i Ali’nin halîfe olmasını emr etti. Eshâb, Peygamberi dinlemediler. Ali’nin hakkını çiğnediler. Dünyâ çıkarları için dinlerini terk ettiler. Ben, şan ve şöhreti sevmem. Maksadım yalnız sizlere doğruyu bildirmektir” diyerek, hazret-i Ali’nin askeri arasında üç halîfeye karşı düşmanlıkta ileri gitti ve yaymaya çalıştı. Hazret-i Ali bu dedikoduları haber alınca minbere çıkıp, üç halîfeye dil uzatanları ağır suçladı. Bir kaçını döğmekle korkuttu. İbn-i Sebe bu başarısını görünce, seçtiklerine gizlice hazret-i Ali’nin kerametlerini ileri sürerek; “Bu insan gücünün üstündeki işleri, onun ilâh olduğunu anlatıyor” diyerek hazret-i Ali’nin tanrı olduğu fikrini yaymaya çalıştı. Bu sözleri haber alan Ali radıyallahü anh, İbn-i Sebe ve ona inananları ateşte yakacağını bildirdi. İbn-i Sebe ve adamlarını Medâyin şehrine sürdü. Orada da rahat durmayan fitneciler, Irak ve Azerbaycan’a giderek, Eshâb-ı kiram düşmanlığını yaymaya devam ettiler (Bkz. İbn-i Sebe). Bozguncuların günden güne artması sebebiyle hazret-i Ali’nin askerleri dörde ayrıldı:

1-Şia-yı ûlâ: İlk şia fırkası olup, Ali radıyallahü anha uydular. Eshâb-ı kiramdan hiç birisine dil uzatmadılar. Hepsini sevgi ve saygı ile andılar. Şeytanın vesvesesinden kurtuldular. Harb ettiklerini de kardeş bildiler. Onlarla savaşmaktan vazgeçtiler. Hazret-i Ali bunların sözlerini kabul buyurdu. Şia adı ilk olarak bunlara verildi. Bunların inanış, söz ve hareketleri Ehl-i sünnet vel-cemâate uygun. oldu.

2-Tafdiliyye: Hazret-i Ali’yi Eshâb-ı kirâmın hepsinden üstün tutanlara bu ad verildi. Bu kısımda olanlar, Eshâb-ı kiramdan hiç birisine kötü söz söylemediler ve küfürle itham etmediler. Ancak hazret-i Ali’yi Eshâbın en üstünü olarak kabul ettiler. Hazret-i Ali, kendisini üç halîfeden üstün gören bu kimseleri dövmekle korkuttu. Şiî deyince, bu fırkadan olanlar anlaşılır.

3-Sebeiyye: Kendilerine Hurûfî de denilen bu kimseler, Abdullah ibni Sebe’nin fikirlerini benimseyenlerdir. Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) hepsine fâsık, hattâ kâfirdir dediler. “İbn-i Mülcem, hazret-i Ali’yi öldürmedi. Şeytan Ali’nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek kamçısıdır” dediler. Gök gürültüsü işitince “Ey Emîr-el-mü’minîn sana selâm olsun” dediler. İran’ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah isminde birisi, Sebeiyye (sebe’cilik) yoluna bir çok hurafe ve yalan da katarak, Hurûfîlik ismini verdi. Hurûfîler şiîlerin arasına karıştı. Hâlbuki, Şiîlikle bir alâkaları yoktu (Bkz. Fadlullah-ı Hurûfî).

4-Gulat-üş-şia: Yâni azgın olanlardır. “Hazret-i Ali’ye Allah hulul etmiştir, (hâşâ) hazret-i Ali tanrıdır” dediler. Onlar, ilâhî bir parçanın imamlara hulul ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. Bâzıları ise, bizzat bu yolla reislerinin ilâh olduğuna îtikâd ederler. Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabul ederler. Ruhların bir bedenden bir diğer bedene geçtiğini (tenasüh) kabul edip, kıyameti inkâr ederler. Kıyamet; bir ruhun bedenden bedene intikâl etmesidir derler.

Hazret-i Ali zamanında dînî bir mâhiyette ortaya çıkan Şia, daha sonraki devirlerde siyâsî bir hüviyete bürünerek yayıldı. Şiîler, hazret-i Ali’nin ve hazret-i Abbâs’ın torunlarından birinin etrafında toplanıp, çeşitli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel-Âbidîn vefat edince çoğu, bunun oğlu Zeyd’in yanında toplanıp, Emevî halîfesi Hişâm bin Abdülmelik’in Irak valisi Yûsuf-i Sekafî ile harb etmeye giderlerken bir kısmı Zeyd’den ayrıldı. Bunlara Zeydiyye; ondan ayrılanlara ise Rafızî denildi. Kendileri ise İmâmiyye adını aldılar. Her asırda, başka başka hâl almış olan şiîlik; Safevî hükümdarı ve Türk inanç birliğinin parçalayıcısı Şah İsmail zamanında belli bir şekle sokularak kitaplara yazıldı. Daha sonraki asırlarda dadevâm eden şia fırkası, başta İran olmak üzere, bu gün de çeşitli memleketlerde varlığını sürdürmektedir.

Şiîler arasında zaman zaman bölünmeler görüldü ve çeşitli îtikâdda yirmi fırka ortaya çıktı. Kâmiliyye, Benâniyye, Cenâhiyye, Mensûriyye, Hattâbiyye, Gurâbiyye, Zemmiyye, Yûnusiyye, Müfevvide, Zeydiyye, İmâmiyye. (Râfizîyye), Bâtıniyye (İsmâiliyye) bunların meşhûr olanlarıdır.



Bugün 11924 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol